Suya yazı yazmak denir aslında, ama madem Karadeniz'de yaşıyoruz. Biz 'deniz' diyelim ve öyle yazalım istedim.
Peki hiç denize yazı yazılır mı? Hele ki Karadeniz'e!
Tutun ki; bunu başardınız ve o kadar gayret, o kadar emek harcayarak denize yazdığınız o yazı, küçücük bir dalgalanmayla bir anda yok oluveriyor.
Gazetecilikten bahsediyorum.
Meslek hayatımın önemli bir kesimi Ordu'da geçti. Ordu'da da en çok sevdiğim dönem ise Doğan Haber Ajansı'nın, yani şimdiki Demirören Haber Ajansı'nın Demirören Grubu'na geçmeden önceki süreciydi. 12 yılım geçti Doğan Grubu'nda ve cidden dolu dolu geçti. Başarıyla tamamlanmış bir çok işin keyfini yaşama fırsatı buldum. Örneğin bizim için en önemli gazete, yani Doğan Grubu'nun amiral gemisi olarak tanımlanan Hürriyet'in sayfalarına yaptığınız haberle girebilmek çok önemliydi. Çok çok kez bunu başardım. 12 yılda belki de bine yakın haberle birinci sayfada irili-ufaklı da olsa yer alabilmişimdir.
Hatta ve hatta yalan yok :) Bir kaç kez, baskının durdurulup birinci sayfanın yeniden dizayn edilmesine dahi vesile olabilmenin keyfini yaşadım. 81 vilayet, 900 küsür ilçe, binlerce belde, köy-kasaba, dünya haberleri varken, düşünün sizin bulunduğunuz yerden yaptığınız bir haber, hepsini geride bırakıveriyor, baskıyı durduruyor ertesi gün sizin haberiniz Hürriyet'in manşetine çakılıveriyor.
Gazeteci için ne büyük keyiftir...
Bunun yanında bir çok yeni insanla tanıştım. Belki bazen binlerce insanın yan yana gelmek istediği, ama gelemeyeceği insanlarla yan yana geldim. Emin olun bir çok dost edindim. Hala dostluğumun devam ettiği insanlar var hayatımda. Yani Türkiye'nin hangi iline gidersem gideyim, mutlaka çalacak bir kapım var diyebilirim ve bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü onların da Ordu'ya geldiklerinde çalacak bir kapıları var ve onlar da bunu çok iyi biliyorlar.
İşin en huzur verici tarafı da bu sanırım...
O kadar günlük ve ters-düz anlar yaşıyorsunuz ki bu meslekte. Mesela, dün yaptığım bir habere sırf anons çekmek için bir temizlik işçisiyle cadde ve sokaklarda süpürge sallarken, ertesi gün kendimi Sarp Sınır Kapısı'nda eski Gürcü devlet başkanı Miheil Saakaşvili ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile yan yana bulabiliyordum.
Başka bir gün yazı işlerinden işte 'Patron şöyle dedi, böyle istedi' diye sitemler yerken, ertesi gün kendimi Gümüşhane'de patronun yanında buluyordum ki, aslında öyle bir istek veya talebin de olmadığını, bunun sadece yazı işlerinin bir egosu olduğunu öğreniverdiyordum.
İşte gerisini varın siz düşünün :)
Şu da keyifli olurdu galiba. İşte sizi arayıp 'Patron şöyle dedi, böyle istedi' diye sitem eden o yetkiliyi tekrar arayıp, 'Ben dün patronla birlikteydim. Öyle bir talebi olmamış' denilebilir miydi acaba? Asla :) Asla denilemez, zaten hiçbir zaman demedim de.
Meslek zor, ama Türkiye'de habercilik yapmak kolay. Örneğin Rize'ye gidiyordum, haberimi yapıp Ordu'ya geri dönüyordum ve oradaki olay ertesi gün beni pek de fazla ilgilendirmiyordu. Mesela, Erzurum'a gidiyordum, Amasya'ya, Sinop'a, Çorum'a, Artvin'e, Trabzon'a, Samsun'a haber yapmaya gidiyordum. İşimi tamamlayıp geri dönüyordum. Haliyle sonraki gün veya gelişmeler beni çok fazla ilgilendirmiyordu.
Ancak Ordu öyle değil. Aslında Anadolu'nun tüm illerinde bu vaziyet böyledir, ama Ordu çok çok farklı.
Ordu hem basın, hem spor, hem siyaset, hem bürokrasi, hem ekonomi, hem de güncel hayatta o kadar enterasan bir şehir ki! Kimseye yaptığınız bir işi bir türlü beğendiremiyorsunuz. Patronların siyasi ve ekonomik ilişkileri baş ağrısı, siyasetçilerin her zaman çizdiği pembe tablolara aslında kara demek baş ağrısı, en yakınınızda görünüp de gizliden gizliye kuyunuzu kazdığını sonradan öğrendiğiniz meslektaşlarınız ayrı baş ağrısı.
Ordu'da aslında gazetecilik baş ağrısı. Çünkü Ordu'nun ruhunu en alt tabakadan, en üst tabakaya kadar her anıyla yaşamak baş ağrısı.
Ben bu işe ilk kez 1992'de başladım. Düşünün, bugün için 29 sene olmuş. Bu 29 senenin de en az 25 senesi dolu dolu geçmiştir; ama en çok karşı çıktığım kavram şuydu. Her ne ortamda olursanız olun, söze 'Meslekte 30 yılını doldurmuş bir gazeteciyim' diye başlanmasından nefret ederdim. Hala öyleyim. Hiç böyle bir tabir kullanmadım da ayrıca. Ne 10 yıl dedim, ne 15 yıl, ne 25 yıl...
Deseniz ne olacak? Karşınızdakine bir adım daha mı yaklaşacaksınız? Çünkü karşınızdaki insan için meslekte 3 aylık olan da, 30 yıllık olan da, o an için aynıdır. Hiç değişmez, hiç farketmez. Yılların geçmesi belki bir nebze tecrübeyi de beraberinde getirmiş olsa da, iyi bir gazetecinin iyi olup olmadığı zaten sorduğu sorularla ortaya çıkar. Hiç merak etmeyin...
Önemli olan, mesleğinizin geçmişini bu kadar büyük bir hazla, bu kadar büyük bir keyifle yeniden yaşayabilmenizdir.
Her ne kadar insandan çok şey götüren bir iş, bir meslek olsa da gazetecilik, keyiflidir. Gerçekten keyiflidir. Peki bu iş senden ne götürdü de, böyle konuşuyorsun diyecek olursanız, hemen yanıt vereyim.
En başta "Hiç denize yazı yazılır mı? Hele ki Karadeniz'e!" diye sormuştum. Evet, ben yazdım. Emin olun yazmayı başardım, ama küçücük bir dalgalanmayla herşey bir anda silindi gitti. İçselliğimde kalanlar olsa da, somut olarak hiç birşey geride kalmadı.
Daha ne götürsün?
Sağlıklar diliyorum. Gününüz güzel geçsin...